Eski İstanbul sokaklarında bir derviş, “Sen doğru ol, kem belasını bulur” diyerek dolaşırmış. Bir gün, padişah da tebdil-i kıyafetle halkın arasına karışmış. Sokakta yürürken dervişle karşılaşmış ve onun bu sözünü duyunca çok hoşuna gitmiş. Ertesi gün için dervişi saraya davet etmiş.
Derviş, davete icabet etmiş ve padişahla uzun bir sohbet gerçekleştirmişler. Padişah bu sohbetten çok memnun kalmış, dervişi uğurlarken de cebine bir altın koymuş.
Bu ziyaret birkaç gün boyunca tekrarlanmış. Durumu fark eden bir sahtekâr, bu işten nasıl çıkar sağlarım diye düşünmeye başlamış. Bir gün sahte derviş kıyafetiyle gerçek dervişin yolunu kesip sormuş:
— “Sen her gün saraya niye gidersin?”
Gerçek derviş de olanları olduğu gibi anlatmış. Sahtekâr çok etkilenmiş ve demiş ki:
— “Ne yap yap, beni de bu sohbetlere ortak et!”
Bunun üzerine birlikte saraya gitmişler. Padişah ikisiyle de saatlerce sohbet etmiş, uğurlarken de her birinin cebine birer altın koymuş.
Sahtekâr bu işten iyice hoşlanmaya başlamış. Ama bir süre sonra içinden şöyle geçirmiş: “Bu iki altını nasıl tamamen ben alırım?”
Bir plan yapmış. Bir gün güzel bir çorba pişirip gerçek dervişi yemeğe davet etmiş. Fakat çorbanın içine sarımsak basmış da basmış. Gerçek derviş, “Ağzım kokar, padişahın huzuruna bu şekilde çıkamam” deyince, sahtekâr onu kandırmak için şöyle demiş:
— “Sen yine konuş, ağzını da mendille kapatırsın, kimse fark etmez.”
Gerçek derviş mecburen çorbayı içmiş ve padişahla sohbet etmek üzere saraya gitmişler. Sohbet sırasında gerçek derviş, ağzı kokmasın diye sürekli ağzını mendille kapatıyormuş. Padişah bu durumu fark etmiş ve sormuş:
— “Neden sürekli ağzını kapatıyorsun?”
Sahtekâr hemen fırsatı değerlendirmiş ve padişaha yaklaşarak:
— “Efendim, sizin ağzınız kokuyor, ondan kapatıyor” demiş.
Bunu duyan padişah, konuşmayı hemen sonlandırmış. Gerçek dervişin eline bir not tutuşturmuş ve şöyle demiş:
— “Bu notu okumadan karşıdaki fırıncıya götür.”
Her zamanki gibi ikisinin cebine de birer altın koyarak uğurlamış.
Dışarı çıkar çıkmaz sahtekâr, gerçek dervişe dönüp:
— “Sen yorulma, notu ben veririm” diyerek notu almış ve sevinç içinde fırına gitmiş. İçinden de “İki altın da artık benim!” diyormuş.
Fırıncıya notu uzatıp, “Padişahın gönderdiği mektuptur,” demiş. Fırıncı notu okur okumaz sahtekârı yakaladığı gibi fırına atmış.
Meğerse notta sadece şu yazıyormuş:
“Bu adamı hemen yakın.”
Ertesi gün gerçek derviş yine padişahın huzuruna çıkınca padişah çok şaşırmış:
— “Sen hâlâ yaşıyor musun? Bu nasıl olur?” demiş.
Gerçek derviş de durumu şöyle açıklamış:
— “Padişahım, verdiğiniz notu saraydan çıkar çıkmaz arkadaşım, ‘Sen yorulma, ben veririm,’ diyerek elimden aldı. Bir daha da ortalarda görünmedi.”
Böylece padişah olan biteni anlamış. Sohbetin ardından dervişin cebine bu kez iki altın koymuş ve demiş ki:
“Sen doğru ol, kem belasını bulur.”
Hikâyemizden sonra birkaç cümle de biz edelim, izniniz olursa.
İşte o an gelir; “Sen doğru ol, kem belasını bulur,” derler Anadolu’da.
Kötü niyetliler zaman zaman küreklerini sinsice sallayarak çukurlar kazarlar, içine iyiler düşsün diye.
Ama bilmezler ki eninde sonunda kendileri düşeceklerdir o çukurlardan birine.
Bu atasözü yalnızca bir teselli değil, hayatın gerçeğidir.
Er ya da geç, tecelli edecektir doğruluk.
Çünkü doğru olmak, ilk bakışta safça görünse de, zamanın süzgecinden geçtikçe gücünü ve sabrını gösterir.
Yeter ki beklemesini bilmek gerek.
Doğruluk kolay değildir; bunu da unutmayalım.
Kötülüğün sesi daha gür çıkar; ama bilesiniz ki kalıcı değildir.
Gün gelir, yalanın beli kırılır, dili tutulur, gözü göremez, kulağı duymaz.
Hilenin çarkı dönerken kilitlenir ve kırılır.
Doğru olmak her zaman kolay değildir; hatta en zorudur.
Hele ki çevrende dolambaçlı yolları alışkanlık hâline getirenler varsa...
İnsan bazen “Ben mi safım?” ya da “Onlar mı çok akıllı?” diye düşünür.
Ama işte tam da orada bu söz yankılanır:
“Sen doğru ol...”
Çünkü doğru olanın alnı açıktır, gözü görür, kulağı duyar, yüreği rahattır.
Kötülük eden ise kendi tuzağında boğulur, farkına varmadan.
Kâr ettiğini zannederken zarar ettiğinin farkında değildir.
Doğru olmak bir tür silkelenmektir; ayağa kalkmaktır ve direniştir aslında.
Kötüye bulaşmadan, eğilip bükülmeden ayakta kalmanın adıdır.
Çamur atıldığında geri durmak, suskun kalmak bazen korkaklık değil; güvenin göstergesidir.
“Zaman her şeyin ilacıdır,” diyenlerin torunlarıyız biz sonuçta.
Birine iftira atan, arkasından konuşan, sinsi oyunlar kuran belki bir süre için kazanıyor gibi görünür.
Ama son sözü daima hakikat söyler.
Ve o gün geldiğinde...
Atasözündeki “kem” sözcüğü hem kötü insanı hem de kötü sözü temsil eder.
Yani doğruluk, kişinin kalbine ve dolayısıyla diline de yansır.
Kimi insanlar sadece kalpten değil, dilden de bozar kendini.
Söyledikleri, düşündüklerinden beslenir.
Ne ekerse onu biçer.
Günün sonunda doğru söz yerini bulur, kötü söz sahibine döner.
Bugün de aynı şeyler geçerli.
Biraz şekil değiştirse de aynı:
Teknoloji kullanılsa da iyilik, iyiliktir; kötülük, kötülüktür.
Çünkü sabır, artık pek rağbet görmüyor zamanımızın dünyasında.
“Sen işini doğru yap, vaktin geldiğinde kötülük kendi kendini bitirir.”
Bu atasözü, aslında zamana yapılan bir yatırımdır.
Birisi sana yanlış yaptıysa, sen doğru kal.
Adalet belki geç gelir ama asla gecikmez.
Ve bir gün, doğru olmakla kaybettiğini düşünürsen bil ki:
Uzun vadede en büyük kazanç, vicdanınla baş başa kaldığında utanmamaktır.
Ve unutma:
Kötülük hep gürültüyle gelir; ama doğruluk sessiz sedasız bir zafere yürür.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.