Dünyanın dünyalığı yani insanın yeryüzüne bırakılmışlığı veya bir batağa düşmüşlüğü bulunduğu yerin “yalan dünya” oluşunda saklıdır.

Cümleye dikkat: Dünyanın dünyalığı saklıdır. Bu dünyanın varlığının ispatı ne bedenimizi hissedişimizde ve ne de ruhumuzun kıvrım kıvrım kıvranışındadır. Bu dünyayı öbür dünya ispat ediyor. Meselenin anlaşılmasında rüyalarımız anahtardır. Canımızın istediği rüyayı göremediğimizden zihnimizi koparmayalım. Eğer bize tebelleş olursa kâbustan da kaçamıyoruz. Öbür dünya olmasaydı saklı oluş vakıasını ne ifşa, ne de teyit edebilirdik. Âdemoğlu demek isimleri bilen bir babanın ahfadından olduğunu bilmek demektir.

İsimleri öğrenişimiz başlayan her şeyin bir sonu olduğunu fark etmemizdir. Dünyanın sonunu görebilmemizin bir başka imkânı yok. Bir ömrün nihayete ermesi bir dünyanın bitip tükenmesi midir? Resul-ü Ekrem Muhammed kırk yaşına kadar geçen zamanda her söylediği sözün hakikati ifade ettiğiyle meşhur biri idi. Buna rağmen kelime-i şahadeti ikrar etmeği küçültücü bulanlar oldu. Tıpkı İblis’in Âdem babamıza secde etmeği balçıktan yaratılana ateşten yaratılanın daha üstün olduğu iddiasıyla reddedişi gibi.

İnsan dünyaya Tanrı eliyle bırakıldı mı, yoksa Tanrı’nın çelmesiyle dünya batağına mı düşürüldü? Doğru yolu bulmanın ancak Kur’an vasıtasıyla mümkün olduğuna inananlar dünya hayatıyla imtihan edildiğimize de iman eder. Müslüman'a göre insana hayır da şer de Allah’tan gelir. Mesele Allah’tan gelene hangi tepkiyi verdiğimizde düğümlenmiştir. Ömrümüzün değeri kaç yıl yaşadığımızla değil ahlaklılık gücümüzden ölçülür. Kal-ü belâ’da rablerinin Allah olduğunu beyan edenler sözlerine sadık kalıp kalmadıklarını dünya hayatlarında gösterir. Ezelde aksi beyanda bulunmuş olanlar dünyada kavradıklarından yanılıp yanılmadıklarını çıkarır. Müslüman olanlar kendi yerlerinin büyük anlatının bir yerinde bulunduğunu kavramışlardır. O yerden habersiz yaşayanlar akıl dışı hayatlarına çok cazip gerekçeler uydurabilir. Ahiretin bilgi hazinemizde vazgeçilmez bir alanı işaret ettiğine akıl erdiremeyenler Allah’tan ümit etme bilgisine de yabancı kalır.

Yahudi ilâhiyatı her şeyin şahadet âleminde olup bittiği esası üzerine kuruludur. Hıristiyanlar ise dinlerini tutarsız hikâyelerle doldurmuşlardır. Tuhaf olan “din adamı” olmadan bu iki dinin de devam etme gücünden mahrum kalışıdır. Belki bu yüzden İbranî-Hıristiyan Batı Medeniyeti şöhret sahibi olmakla önem kazanmağı birbiri içinde eritti. Oysa Müslüman'ın işlediği hayrı faş etmeyişi ayrıca bir değerdir. Modernlik içinde olan bitenin şahit olunan şeyden ibaret sayılması bir insanın akıllara dehşet salan cinayetleri işlediğinin bilinmesiyle aynı insanın Nobel Ödülü alması arasında bir fark bırakmamıştır. Zaten hiç olmadı ki, diyecekseniz buna herhangi bir itirazım olmaz. Hiç olmadı zira Müslümanlara karşı ama Sünnilere ve Türklere cephe alınarak sekiz sefer yapılan Haçlı Seferleri “Tanrı böyle istiyor” şiarıyla başladı ve yürütüldü. Sonuç Avrupalıların tatmin olmadıkları topraklara hapsedilmesine vardı. Ticaret yollarını Türkler denetimleri altına alınca Hindistan’a varmak veya keşiflerle Avrupalının bilgisine açılan yeryüzünde bir koyup beş alınacak bir bölgeyi ele geçirmek Avrupa düşü haline geldi. Müstemlekeciliğin aslı esası budur.

Niçin dönüp dolaşıp sözü müstemlekeciliğe bağlıyorum? Çünkü Türklerin vatan bildikleri yerler dışında dünyada bütün hayat tarzları başladığı günden itibaren müstemlekecilikten etkilenmişlerdir. İşleyen bir köle efendi diyalektiği olmasaydı ne kapitalizmden, ne sosyalizmden ve ne de kapitalist olmayan bir kalkınma modelinden söz edebilecektik. İşin aslı müstemlekelerden Avrupa’ya nakledilen ham madde üzerine yığılmıştır. Metropollerdeki trenlerin vaktinde gardan ayrılmaları, sanayi malzeme sağlayan gemilerin gecikmeden limanı terk etmeleri hakları gasp edilen sömürge halklarının alın teriyle temin edilebilmiştir. Dünya Sistemi adını verdiğimiz kurulu düzenin sıhhati bu çarpık işleyişle teminat altındadır. Mali hiyerarşi başından beri faiz üzerinden kendi sıhhatini kendi temin ediyor. Sıhhatli mali hiyerarşi demek imkânlarını biriktirmiş zümrelerin güvenliği demektir.

Batı Medeniyeti Avrupa’ya ayak uydurma çabalarındaki Türk kültürünü tepe taklak kılmak için ısrarla ve yıllarca bizden banka kurmamızı ve hayır kurumlarını devreye sokmamızı istedi. Böylelikle Batı denilince görünenden çok farklı bir mekanizmanın işlediği fark edilecekti. Para ticareti yapmayan kuruluşa banka demiyoruz. Sermaye sahibine borçlandığınız miktar karşılığında satılabilecek bir mülkü rehin bırakıyorsunuz. Sizin borcunuza sadık kalmanız borçlandığınız miktarı bankaya kat be kat borç verme imkânı sağlıyor. İş bu kadar sade mi? Elbette değil. Mark Twain’e sorarsanız: “Banka güneşli havalarda size bir şemsiye veren ve yağmur başlar başlamaz şemsiyeyi geri isteyen kuruluştur.” Bankanın yaşama alanı yarattığı ortamda hayır kurumları para ticaretinde aklımızın almayacağı yöntemler icat edebiliyor.

XIII. asırdan itibaren Türk kültürü, eğer öyle bir şeyi kabule hazırsak, tıpkı dili gibi Kur’an ve Sünnet üzerine inşa edilmiştir. Divan Edebiyatı’nın terk edilmesi ve hele bunun Tanzimat züppeliğine mahsus alaycı bir dille gerçekleşmesi alturizmi, digerkâmlığı, özgeciliği öne alan kültürümüzle değil ve fakat dilimizle oynanabileceği fikrine kuvvet sağladı. Edebiyatın bir dil oyununun ötesine geçemeyen bir uğraş imiş gibi algılandığı günümüzde yapılacak bir şey kalmadığı hissiyle yaşanıyor. Oysa var. İhtiyacın ne olduğunun bilincine varmalıyız. Sınıf bilinci denince Marxistler proletaryaya mensup olmanın bilincini anlıyor. İlk bakışta çok kolay anlaşılır gibi görünüyor; ama değil. Sanayileşmeden nasibini almış hiç bir toplum emeği ile geçinen insanların kim oldukları konusunda sarih bir fikir sahibi değildir. Hele kimlerin emeği ile geçinen insanların hayatını zehir edenler arasında olduğunu sorarsanız cevap yetiştirmeğe çalışanları ahmaklaştırmış olursunuz.

İhtiyacın ne olduğunun bilincine vardığımızda hangi kafanın kırılacağını da açık seçik görürüz. Görür müyüz acaba? Kırılacak kafalar masum insanları kendilerine siper etmiyor. Bilakis masum insanların önünde duruyor onlar. Sınıf bilincine ermiş kişiler o kırılası kafalara neyi fırlatırlarsa çevik bir hareketle yana çekiliyorlar ve darbeyi masum insanlar alıyor. Masumlar ne yapacaklar da sınıf bilincine ermiş kişilerle aralarına giren kafası kırılası zümreden kurtulacaklar? Çok basit: İnsanlık derecelendirilmesinde masumiyetin değil, tövbekârlığın daha üst bir ahlâk seviyesi olduğunda karar kılarak.

İsmet Özel, 20 Cemaziyelevvel 1443 (24 Aralık 2021)

İsmet Özel

İstiklal Marşı Derneği İnternet Portalı

İZDİHAM

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.