Köy hikâyelerinin en sevdiğim yanı, aklın sınırlarını zorlayan sade ve ders verici gerçekliklerdir. Dinlemek benim için büyük zevktir. Eminim bu tür hikâyeleri seven çoktur; çünkü büyük bir haz verir. Ve biliriz ki her köye, en az bir “deli (?)” diye hitap ettiğimiz biri mutlaka vardır. Bazen bir “deli”nin dudaklarından dökülen birkaç kelime, yaptığı hareketler; koca bir köyün yıllardır duymadığı hakikatleri gün yüzüne çıkartır. Kendimizi görme şansı veriri. Görmek isteyene. Sonuçta öyle bir ders verir ki, sorma gitsin.
Bizim köydeki Veli’nin hikâyesi de tam olarak böyledir.
Her köyde bir “Veli” bulunur. Davranışlarıyla, uçuk fikirleriyle, toplumun alışılagelmiş kalıplarının dışına taşmış hâliyle ona “deli” denir. Bizim Veli de böyledir işte. Ama gelin görün ki kimi zaman delilerin gördüğünü akıllılar görmez.
Geçen gün camide yaşanan hadise bunun en güzel örneği.
Cemaat namaza durur durmaz Veli birden dışarı fırlamış. Herkes şaşkın. Birkaç dakika sonra geri döndüğünde ise üstüne tencere, tava, kepçe… Ne bulduysa bağlamış; şangır şungur sesler eşliğinde safa girmiş. Her hareketinde çıkan metal sesleri cemaatin sabrını taşırmış. Namazın adabı, huşûsu, düzeni… Hepsi altüst olmuş. Ama elbette, kimse namazda olduğundan tek kelime edememiş.
Namaz biter bitmez, cemaat hışımla camiyi terk ederken hoca meselenin peşini bırakmamış. Veli’yi yanına çağırıp soruvermiş:
— Oğlum Veli, bu ne hâl? Üstüne ne diye bu tencere tava bağladın?
Veli ise gayet sakin:
— Hocam, namaza durunca cemaatin üstüne baktım; herkesin sırtında bir şeyler vardı. Ben de apar topar eve gidip ne bulduysam bağlayıp geldim.
Hoca şaşkın:
— Peki Veli, ne gördün milletin üstünde?
Veli tek tek saymış:
— Ahmet’in sırtında apartmanlar vardı. Mehmet’in sırtında arabalar… Cemal’in sırtında traktörler… Herkes bir şeyler taşıyordu hocam.
Hoca etrafa bakınmış, kimsecikler yok. Merakla eğilip sormuş:
— Peki Veli, benim sırtımda ne gördün?
Veli gülümseyip cevabı yapıştırmış:
— Hocam, senin üstünde kocaman bir öküz vardı.
İşte o anda hoca, ilk kez anlamış gerçeği.
Veli’ye dönüp, “Sen deli değilsin oğlum… Tam bir velisin,” demiş.
Hikâyenin ana çıktısı çok açık.
Her birimiz, görünmez yüklerimizin altında ezilirken dışarıdan bakıldığında birer tencere–tava toplamına benziyoruz aslında. Ama biz kendi yüklerimizi normal, başkalarının yüklerini garip buluyoruz nedense. Ev kredileri, araba taksitleri, sosyal medya gösterileri, kariyer kaygıları… Sırtımızda taşıyıp da fark etmediğimiz kaç “apartman” var kim bilir?
Belki de bu devirde en sağlıklı olanlar, “deli” sandıklarımızdır. Çünkü onların sırtında görünmeyen yükler değil, sadece tencereler vardır — hem de kendi isteğiyle bağladıkları.
Köyün delisi değil, köyün en akıllısıdır Veli.
Belki de hepimize düşen, biraz Veli gözünü ödünç alıp kendi omuzlarımıza şöyle dışarıdan bakabilmektir.
“Bir deli bir kuyuya taş atmış; kırk akıllı çıkaramamış.”





