Yazının başlığı çok itici, kaba gelebilir ama hafta sonu seyrettiğim bir gençlik dizisinde alıntı bir cümledir. İlk duyduğumda komik olarak algıladığım bu cümleyi gençlik açısından düşündüğümde, dizide geçen aile büyükleri ve gençlerin yaşantılarına bakınca çok da anlamlı buldum. Dizinin öncesini, içeriğini ve gidişatını tam bilmemekle beraber bu cümle üzerinden yürümek istedim. İnşallah bir hata yapmış olmam.
Nesil, her zaman bir önceki insanlara bakarak büyür. Onlar için hayatın ilk terazisi, evin içindeki iki insan; anne ve babadır. Ne var ki bu terazinin bir kefesi hep ağır, diğeri hep hafif gelir. Ortayı bulmak çok zordur ve maharet ister. Ama anlatacağımız hikâyemizdeki genç, bu mahareti henüz öğrenememiş bir delikanlı…
Gencimiz, ebeveynleri hakkında hep şöyle düşünür:
Babası ona göre “bol” gelir. Çünkü babası fazla geniş düşünür, fazla affeder, fazla karışmaz. Ne yapsa “Oğlum, sen bilirsin.” der, omzuna dokunur; gerektiğinde ‘çak’ yapar, gerektiğinde tek gözüyle onaylar, kenara çekilir. Bu genç için bu tavırlar, özgürlük değil, büsbütün bir boşluk oluşturur. “Babam niye böyle rahat?” diye sorar kendi kendine. “Biraz karışsa, biraz kızsa, biraz frenlese… ‘Öyle olmaz, şöyle olur…’ Dolayısıyla genç de ‘Bol geliyor bana bu adam, üzerimde sallanıyor.’ der.”
Annesi ise tam tersidir; babasıyla yüz seksen derece. Ona göre “dar” gelir. Çünkü fazla sorar, fazla didikler, fazla düşünür. Kapıdan girse “Neredeydin?”, masaya otursa “Neyi dert ettin?”, telefona baksa “Kiminle konuşuyorsun?” diye sorar da sorar. Anne hep sorgulayıcıdır; genci sıkar. İçindeki korkuyu, endişeyi, belirsizliği annelerin o bilinen şefkatine sararak verir ama genç bunu göremez. “Anne, biraz uzak, biraz nefes!” diye içinden haykırırcasına geçirir ve “Her şeyi bu kadar daraltmasan olmaz mı?” diye de söylenir.
Bu delikanlı ne babasının genişliğini içine sığdırabilir, ne annesinin darlığını zihnine yerleştirebilir. İkisini de beğenmez. Ne kadar tuhaf, değil mi? Birini fazla boş, diğerini fazla despot bulur. Oysa fark etmediği bir şey var: Anne ile baba, yavrusunun karakterine göre dikilmiş bir elbise değildir. Onlar değiştirdiğimiz, daraltıp genişlettiğimiz birer kumaş hiç değildir. Onlar hayatımızın ilk yuvası, ilk aynası, ilk öğretmenleridir.
Yaşayarak gördükleri doğru ya da yanlışları sana bildikleri kadar, anlatabilecekleri kadar varlar. Onlar bir insan; hatasıyla, güzellikleriyle…
Bir gün babasıyla kısa bir yürüyüşe çıkar. Baba yine her zamanki gibi, kendi deneyimleriyle elde ettiği geniş dünyasında sakince konuşur:
— Oğlum, büyümek dediğin şey, bazen insanın kendine dar gelen şeyleri kabullenmesi, bol gelen şeyleri doldurmasıdır.
Bir akşam da annesiyle çay içer. Anne, dertli bir yüzle şunu fısıldar:
— Evlat olmak kolay değil, biliyorum. Ama anne olmak da değil. Biz seni daraltmak için değil, korumak için sarıyoruz. Bugün bize kızdıkların her şeyi yarın evlatlarına söyleyeceksin ve inşallah geç kalmamış olursun. Bunu baba olduğunda daha iyi anlayacaksın, evladım.
Genç o an anlamaya başlar. Anne sevgisini sıkı sararak gösterir; baba sevgisini serbest bırakarak… Dar gelen de, bol gelen de sevgidendir aslında. Birkaç kelimenin, birkaç bakışın, birkaç suskunluğun, biraz bol bırakmanın, biraz sıkmanın ardında bambaşka hikâyeler vardır.
Ve delikanlı, o gece yatağına uzandığında kendi kendine şöyle der:
“Belki de mesele onların ölçüsü değil, benim kabullenişimdir. Ben büyüdükçe babam üzerime tam oturacak, annemse beni sıkmayacak. Belki de ben, onların arasında kendi bedenimi bulacağım. Bulduğum beden bana vücut olacak; hep doğrulara gideceğim.”
Sonra gülümser kendi kendine. Açık olan ışığı kapatarak uyumaya çalıştığında artık biliyor ki insan, anne ve babasını beğenmemekle değil; anlamamakla eksik kalır.
Anlamaya başladığında ise hayatın elbisesi tam da üzerine göre olur.





