Bu gece…
tarçın şerbeti içmedim.
Bardakta öylece… kala kaldı.
Senin yüzünden değil,
üzülme sakın ha...
Artık benliğim…
acıyı tatlandırmak istemiyor.
“Bırak,” diyor.
“Öyle… kasın.”
Yandığım kadar yandım.
Yanasım yok artık.
Şimdi külleri üfleyip,
kendime…
üflüyorum hayatı.
Bir vedaymış gibi…
bir sonmuş gibi…
Sana yazmadım bu defa bu satırları.
Ama her kelimem yine seni buldu.
Sen…
sen olmadan.
Yalnızlığa “biz” demekten yoruldum artık.
Kendi adımı hatırlamak istiyorum…
Senin adını da.
Senin gölgen olmaktan çıkıp…
gezdiğimiz o sokaklardan
kendime dönmek istiyorum.
Bir ilk adım atarmışım gibi…
Seni affettim.
Biliyor musun?
Haberin bile olmadı.
Çünkü kalbimde,
seninle…
sen olmadan kavga etmek…
beni o kadar yordu ki…
En çok sen yordun,
yokluğunla.
Sustum yıllarca…
bir umut.
Şimdi içimdeki sesi dinleyeceğim,
sen “dinleme” desen de.
Bir suskunluk bitecekmiş gibi,
ben sustum senin için.
Ama biliyorum:
Hiç başlamayan bir aşkın…
sonu da olmaz.
Başı da belki…
Ama ben…
içimdeki hikâyeyi
hiç yaşanmamış misali
bu gece…
sonsuz kapatıyorum.
Sana yazdığım son satır bu.
Bir mektup bitermiş gibi…
son noktayı koydum.
Ve bil ki…
ben seni hâlâ seviyorum.
Sen sevmesen de.
Ama artık…
beklemiyorum seni.
Bir oluyormuş gibi değil.
Sadece ben.
Tek başıma.
Ama gerçek ben.
Yıkılmadan…
dimdik.
Çünkü sevmek…
bazen bırakmaktır.
Acısa da yürek…
Bazen…
kendi elini tutmaktır,
yansa da yürek.
Sen hiç “biz” olmadın.
Sen…
oldun.
Ama ben artık
ben oluyorum.
Ben.
Bir ben doğuyormuş gibi…
Sadece…
ben.