“Bir fincanın kırk yıl hatırı vardır.” derler. Doğruluğunu ispatlamaya geçersek, tam kırk yıl beklemek gerekir ki, buna da ne zamanımız ne de hâlimiz var, gerek de yoktur derim.
Kimisi kahvenin tadını, kimisi sohbetini sever; kimisi de hiç ağzına sürmez. Seven, tadını anlatmakla bitiremez; sevmeyen de tadını bilmediğinden ağzını açamaz.
Evet, konumuz: “Türk Kahvesi.”
Dillere destan “Türk Kahvesi.”
Neden “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır”?
Çünkü kahve, tek başına içilmez. Karşısında bir insan gerek, içenlerin yüzünde bir tebessüm gerek. Çünkü kahve içmek, bizim toplumumuzda bir törendir; herkesle içilmez, güzel niyetlerle yapılır, gönlün en derin yerinden ikram edilir.
İşte o an paylaşılırsa, yıllar sonra bile hatırlanır.
Ocağın üzerinde ağır ağır pişerken çıkan ses, bizi çocukluğumuza götürür. İnce belli fincanda servis edildiğinde, geçmişle bir bağ kurarız. Tatlıyla değil, sohbetle sunulur.
Türk kahvesi, tarihsel kısmına tam girmeden, 16. yüzyılda Osmanlı topraklarına giriş yapar; ama ilk girdiği yer Osmanlı saraylarıdır. Zamanla sarayın duvarlarından dışarı çıkarak zenginlerin evine, sonra da halka iner. Böylelikle toplumun her kesiminde yer edinmiştir.
İstanbul’da açılan ilk kahvehaneler, misafirlerini ağırlamaya başlarlar. Halkın severek gittiği kahvehaneler dolmaya başlayınca, sohbetler artar. Sadece kahve içilen bir yer değil; edebiyatın, siyasetin, düşüncenin konuşulduğu alanlara dönüşmüştür. Böylelikle kahve, toplumun bilinçlenmesi ve kültürel aktarımın da bir aracı olmuştur.
Kahve sıcak, haberler sıcak; hepsi tarih kadar sıcak.
İçilen bir fincan kahve, kahve değil de sanki her yudumunda yüzlerce yıllık bir kültür, gelenek ve paylaşım gizlidir. Türk kahvesi, sadece damakta değil, kalpte de iz bırakırken; kokusu, sesi, hatta telvesi bile ayrı bir anlam taşır bizim Türk toplumumuzda.
Bir fincana yüklediğimiz anlamı bir bilen olsa, kahve kahve olmaktan çıkar derim. Kahve içmek, sözün ve sessizliğin içeceğidir dersek yanlış olmaz. Buradaki sessizlik, o sessizlik değildir.
Kahve içilirken kurulan göz kontağı, bazen söylenmeyen sözlerden daha çok şey anlatır.
Türk kahvesi, sadece dost sohbetlerinde değil; hayatın en kritik, güzel, özel, anlamlı günlerinde yerini alır.
Kimi zaman kız isteme töreninde tuzlu olur gelir, kimi zaman bir barış kahvesi tatlı olur, kırgınlıkları yumuşatır. Kimi zaman tatsız olur, bir yas kahvesidir; hüzne sessiz eşlik eder. Kimi zaman ise günün yorgunluğunu alan sade bir mola…
Nasıl olursa olsun, kahve insana bir sınav, bir sabır, bir tebessüm ve bir anahtardır.
İçmesini, anlamasını, çözmesini bilene…
Bir fincan kahve.
Şekerli, az şekerli, sade…
Dedik ya, çözmesini bilene telvede gelecek aramak.
Türk kahvesi, aynı zamanda geleceğe bir göz atmaktır.
Telveden çıkan kuşlar, dostlar, düşmanlar, kısmetler, yollar, kalpler…
Ciddiye alınmasa da, inanılmasa da; telvenin içine, yani fala bakmak aslında paylaşmaktır: dertleşmek, dinlenmek, umutlanmak, mutlu olmak ve birinin hayatına kısa bir yürüyüş yapmaktır.
Fal bahanedir, amaç gönül almaktır. Asıl mesele bu.
Zaman hızla gelişiyor, yetişmek zor. Bu hıza kahveler de ayak uydurmak zorunda kaldı. Kahveler değişti, içimler değişti, adı değişti, sunum şekli değişti, içenler değişti…
Kısacası, her şeyin değiştiği gibi kahveler de değişti.
Bugünlerde köşe başında açılan kahve dükkânları zamanla çeşitliliğini artırırsa artırsın; hâlâ Türk kahvesi ayakta duruyorsa, bunun sebebi alışkanlık ve aidiyet duygusudur.
Türk kahvesi; tarihtir, gelenektir, iletişimdir. Telvesiyle dibi tutmaz; tam tersine, gönül iplerini tutar. Onunla büyür dostluklar, onunla anlatılır hayat.
Bir fincan kahve, bazen bir selamdır, bazen bir veda…
Ama her zaman bir anlam taşır.
KIRK YIL HATIRI OLAN BİR KÜLTÜR: TÜRK KAHVESİ
Nihat Haluk Uğraş